Seyyah Cupid'in Portekiz Maceralari

Erasmus öğrencisi olarak geldiğim Portekiz'deki maceralarımı aktaracağım bir blogdur bu...

Cuma, Eylül 29, 2006

Belém'i Tanıyalım...

Size en son Mariona'dan bahsetmiştim. Fakültenin girişinde bir köşede ders programımı yapmaya çalışırken birine ARE YOU ERASMUS STUDENT? diye sorarken aksanından ispanyol olduğunu anladım ve hemen onunla konuşmaya başladım ki iyi ki konuşmuşum. Dedi ki ben şimdi Belém'e gidip arkadaşlarımla buluşucam istiyorsan gel. Ben de oranın neresi olduğunu bile bilmeden tüm maceracı ruhumla evet dedim ve yola çıktık.

Üniversite'den oraya gitmek için önce Cais do Sodre'ye gittik. (Otobüsten aldığınız her bilet 1.20 Euro ve aktarma yapamıyorsunuz). Oradan yine bi otobüse bindik, ancak tramvay'da aynı yere gidiyormuş.

Mosteiro dos Jerónimos ilk durağımızdı. Ancak kapanış saatinden sonra gittiğimiz için içine girmedik. Dış görünüşü aşağıdaki resimde görünüyor. Gayet hoş bence :)















Buradan yürüyerek Torre de Belem'e doğru yola çıktık. İkisinin arası yürüyerek yaklaşık 20-25 dk. Torre kıyı şeridinde kaldığı için bir otoyoldan karşıdan karşıya geçmemiz gerekti, Ankara'da Meşrutiyet Cad.de her zaman yaptığımızın aksine bu sefer üst geçiti kullandık. Gördüğüm manzarayı kaçırmadım ve yukarda sağda gördüğünüz fotoyu çektim. Resimdeki kırmızı köprünün adı PUENTE 25 de Abril. Lisbon'un Avrupa yakasını Anadolu'ya bağlayan 2 köprüsünden biri. Sanırım Avrupa'daki en uzun asma köprüymüş. Bana San Francisco, Golden Gate Bridge'i hatırlattı. Umarım İstanbul'a 3. köprü yapılırsa rengi kırmızı olur. Nitekim çok seksi bir görüntüsü var hehehe. Henüz o köprüden geçmek kısmet olmadı. Ben Lizbon'un Avrupa Yakası'nda yaşıyorum, napiim karşıyı :p

Muhabbet dolu yürüyüşümüzün sonunda Torre'ye ulaştık yine içine giremedik tabii, kapalıydı (sanırım 18.00'de kapanıyor). Ama çevresi çok huzur vericiydi. Denize sıfır manzaralı, etrafı yeşillik. Bu görüntü İst.de olsaydı sanırım hafta sonları etrafı piknikçi dolardı.
Rotary Klübü Lions'ların bir adım önünde gidiyor sanırım
Nitekim kulenin hemen önüne kulenin bir maketini dikip İsimlerini bu önemli turistik merkeze yazdırmayı başarmışlar.










Bu manzarada baya takıldık. Mariona'nın arkadaşları'da burada bizimle buluştu. Voltran'ı oluşturan 3 ülke ise şöyleydi: Türkiye, İspanya ve Polonya. Artık kim tutardı bizi. Hedef Pasteis de Belem adlı meşhur pastaneydi.
Şimdi bu pastene girişte küçücük ve köhne görünüyordu. İçeri bir girdik, git allah git. Bir salonu geçiosanız, başka bir salona geliyorsunuz. Tam olarak kaç metrekareden oluşuyor bilemiyorum ancak en aşağı 5 salondan oluşuyordur. Ayrıca sadece pastane diyip geçmemek lazım içinde bir tarih barındırıyor. 1837'den beri ayakta kalmak kolay olmasa gerek.
(
http://www.pasteisdebelem.pt/index.htm bu sayfadan daha ayrıntılı bilgi alınabilir.)

Şimdi bu pastaneye gelince ne yenir? Pasteis de Belem yenir tabii ki, ya da genel adıyla Pasteis de Nata.

Bu tatlı'nın dışı çıtır çıtır milföy hamuru gibi, içi ılık vanilyalı puding gibi. Üzerine pudra şekeri ve tarçında eklediniz mi afiyetle yenmeye hazır. Biz orada tanesine ne kadar ödedik bilmiyorum ama okulda tanesi 0.95Euro (ki sanırım orda daha ucuzdu çünkü 1 kola 2 pasteis e 2.30 euro verdim).
İşte Voltranımızın kadrosu'da aşağıdaki resimde görülmekte.






Sağ tarafımdaki arkadaş Polonyalı. Kendisi süper İspanyolca ve Portekizce konuşuyordu. Zaten Portekiz dili ve kültürü okuyormuş. Diğerleri de İspanyol. Tatlılarımızı yedikten sonra artık saat 20.30'a geliyordu ve evlere dönme zamanı gelmişti. O akşam, tatlıları yedikten sonra kendimi o kadar tok hissettim ki akşam yemeği yememe gerek kalmadı.
Lizbon'a ayak baştığımdan beri ilk defa o gün kendimi çok mutlu hissettim. Güzel, eğlenceli ve sohbet dolu vakit geçirmek böyle olur işte dedim. Tatlı yiyip tatlı konuşmak gerekiyormuş hakkaten :)

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Okulu Tanıyalım...

Ne zamandır okul okul diyordum. Bir yerden başlamak gerek. Okuduğum yerin adı tam olarak Universidade de Lisboa, Faculdade de Psicologia y Sciencias de Educaçao. Adından da anlaşılacağı gibi sadece psikoloji ve eğitim bilimleri bölümleri mevcut. Psikoloji 5 sene ders 1 sene staj olmak üzere 6 sene, eğitim bilimleri 3 sene. Ben eğitim bilimlerinden 1., 2. ve 3. sınıftan 1er ders alıyorum, psikolojiden de 4. ve 5.sınıftan ders alıyorum. Toplam 6 dersim var ve hepsi PORTEKİZCE.
Okuldaki ilk resmi günüm dündü. Sabah 11'de hoşgeldik toplantısı vardı. Ben sanıyorum ki sadece Erasmus öğrencileri için yapılıyor (fakültede toplam 35 kişi varmış). Bir de girdik ki 2 bölümünde 1.sınıf öğrencileri de katılıyormuş. Eh çoğunluk da onlar olduğu için her şey PORTEKİZCEYDİ. Yaklaşık 1 saat boyunca 6 hoca ayrı ayrı konuştu. Tek anladığım 'kendinizi evinizde gibi hissetmenizi istiyoruz.' lafıydı ki saolsunlar 1 saat boyunca portekizce konuştukları için kendimi daha çok uzayda gibi hissettim. Toplantı sonrası açık büfe kokteyl vardı. Domuz etidir korkusuyla tatlı olmayan şeylerden yemedim. Tatılar çok güzeldi ama. Özellikle buraya özgü Pastel de lata mıdır pasteis de Belem'midir tam çözemediğim bir tatlı var ki (fotosunu çektim bir sonraki blogda koyacağım inşalla) yemede yanında yat cinsinden bir şey.
Her neyse, toplantı girişinde kimin erasmus olduğu pek belli olmuyordu ama toplantı çıkışında İspanyollar hemen kendilerini belli ettiler. Toplam kaç kişiler bilmiyorum ama ben sanırım 6 tanesiyle tanıştım. 3'ü averaj bir Türk'ün çılgın olarak nitelendirdiği cinstendi. İspanyolca bilince kaynaşmak zor olmadı. Bir de Alman vardı. Ayak üstü muhabbet, telefon değiş tokuşları ve parti planları yapıldı. İspanyollar demek Fiesta demek zaten. Bu ayak üstü muhabbette komik bir olay yaşadım. Onu da anlatmadan geçemeyeceğim. İspanyollarla ispanyolca konuşurken bir anda alman arkadaşa dönüm bir şey anlatmaya başladım. Baktım ki yüzünde neler oluyor gibisinden bir ifade. Meğer hala ispanyolca konuşuyormuşum. tabii ki onunla ingilizce konuşmam gerekiyordu. Jeton köşeli olduğu için biraz geç düştü tabii... Şaka gibi günde 3 dile mağruz kalınca insan afallıyor... Ben şimdilik İngilizce ve İspanyolca ile idare edip Portunhol (portuguese+espanhol un karısımı) konuşmaya çalışıyorum.
Ayaküstü muhabbetten sonra herkes kendi yoluna gitti... Ben de kütüphaneyi keşfettim ve binanın önüne çıkıp biraz foto çektim. Aşağıda görülen resim bizim fakültenin tam karşısındaki
bina. Üniversitenin bir binası ama ne binası gidip bakmaya üşendim.















Bu resimde tam bizim fakültenin çaprazı, solda kalan bina edebiyat fakültesi, kampüste ilk öğle yemeğini yediğim yer.

Kütüphanesini görünce çok gaza geldim. Kütüphane sadece fakülteye ait. 2 odadan oluşuyor. 1 tanesi daha eski. Ayrıca psikolojinin alt alanlarının da ayrı kütüphaneleri varmış. Ben klinik psikoloji kütüphanesini de gördüm. O küçük bir odaydı ama olsun. Valla Türkiye'deki bölümler buralardan örnek almalılar. Burası Barcelona Üni. Psikoloji kütüphanesinden sonra gördüğüm en güzel 2. kütüphane.
Bu yanda gördüğünüz fotoda görünen yayınların hepsi psikoloji ve eğitim Journali (yani bilimsel dergi) Gördüğüm en geniş arşivdi diyebilirim.
İngilizce, İspanyolca, Portekizce ve Fransızca bir sürü dergi vardı. Ağzımın suyu akmadı değil valla. İnsanın oturup tüm gün okuyası geliyor.









Burda da kitapların 2 rafını görüyorsunuz. Mesela bu gordugunuz koridor sadece pedagoji koridoru. 1 koridor bilissel psikolojiyse diger koridor bilissel terapi koridoru gibi. Türkiye'de psikoloji bölümünü bitirmiş olarak bölümlerin böyle kütüphaneleri ülkemize kazandırmalarını temmenni etmekten başka diyecek söz bulamıyorum. Ey rektörler, dekanlar duyun sesimi.
Bu arkadaşın adı Mariona. Erasmus Macerasına
Barcelona'dan katılıyor. Öğleden sonra okulda yapacak bir şey kalmadığı, acaba yurda mı dönsem diye düşündüğüm bir anda karşıma çıktı. Ve onun sayesinde ilk turistik gezimi yaptım. Onunla ilgili postu bir iki gün içinde koyucam inşallah. Resimler hazır.
Ayrıca ilk derste yaşadıklarımı da daha sonraya saklıyorum nitekim yavaştan uyku vaktidir. İlk günden 100 sayfalık okuma verdiler. Allahtan ingilizce. Burda çok çalışmam gerekecek çoooookkk...
Beni izlemeye devam edin.

Adeus!

Pazar, Eylül 24, 2006

Colombo'yu Keşfetmek...

Lizbon'da 6 günümü geride bırakmışım. Perşembe'den beri çok heyecanlı bir şey yapmamama, şehri keşfe çıkmamama rağmen günler kolay geçiyor. Bu 6 günün 4ünde süpermarkete giderek sanırım kendi çapımda bir rekora imza attım. 3 tane farklı süpermarketle tanıştım. Az çok fiyatları karşılaştırma, yiyecek çeşitlerine göz atma fırsatı buldum. Şimdiye kadar yaptığım harcamaların çoğunu da bu süpermarketlerde yaptım.
Kaldığım yere en yakın olanı AMOREIRAS (
www.amoreiras.com) adlı alışveriş merkezinin içinde bulunan Jumbo/Pao Azuçar. Burası nispeten daha pahalı bir marketmiş. Ama yakın olması nedeniyle tercih ediyorum. Maalesef her şey bulunmuyor, mesela adam gibi et kesme bıçağı bulamadım, seramik kupa yok. Genelde yiyecek ağırlıklı.
İkinci süpermarketten bir önceki postta bahsetmiştim. Minipreço Türkiye'deki Diasa'ların tıpkısının aynısı. Çeşit açısından da kıtlık çekiyor, ancak ucuz olduğu için tercih edilebilir. Oturduğum yere 15-20dk yürüme mesafesinde.
Gelelim son gittiğim süpermarkete. Continental adlı bu hayat kurtarıcı süpermarket Colombo adlı büyük alışveriş merkezinin giriş katında bulunuyor(
www.colombo.pt) . Hep Kristof Colomb keşfedecek değil ya, bu sefer de ben onu keşfettim (iğrenç espri biliorum :p ) Ulaşım çok kolaydı. Metro'nun mavi hattına biniyorsunuz, Colegio Militar durağında indiğinizde Colombo levhalarını takip ettiğinizde içine çıkıyorsunuz. Okuma yazmanız yoksa kalabalığı takip ettiğiniz zamanda oraya ulaşacağınıza eminim. Colombo Bizim Akmerkez ile Cevahir karışımı bir yer. Sanırım Lizbon'un en büyük alışveriş merkezi. Metro durağından inen insan seline bakınca da en popüler alışveriş merkezi denilebilir sanırım. Web sayfasına bakmaya üşenenler için aşağıya bir foto koyuyorum.

Açıkçası Colombo'yu öyle alt üst etmedim. Gidiş amacım eksiğim olan havlu, tava ve tencere almaktı. 5 gün içinde karşıma böyle şeyleri alabileceğim bir yer çıkmadı. Bir de öyle her yerden alınmaz, öğrenci işi olmalı, ucuz ve kullanışlı yani. Continental bana biraz Carrefour'u hatırlattı. Bir sür EU malını burda bulmak mümkün. Belki vardır ama ben Türk malına rastlamadım. Yaklaşık 2 saatimi burada geçirdim. Envai çeşit kırtasiye malzemesine tek tek bakmaktan kendimi alamadım, ama ilk defa kendimi tuttum ve sadece 1 parça kırtasiye ile o reyondan uzaklaştım. Tencere, tava, et kesme bıçağı ve havlu almanın mutluluğunu yaşadım. Artık %90 kapasitede yemek yapabiliyorum. İlk menümde salata, balık kroket ve Diet kola vardı. 2. menümde de peynirli tortellini yaptım, üzerine yoğurt ve domates püresi. Oh Oh! Luis yemek yediğimiz akşam her yemekle yoğurt yememiz üzerine bir sürü espri yapmıştı, onun kulaklarını çınlattım yerken.

Artık geriye tek tük eksiğim kaldı. 1 tane çorba kasesi, 1 tane seramik kupa ve toz şeker. Buraya geldim açayip çay içesim geldi. Burda kahve daha popüler. Lipton poşet çay aldım ama bardak olmadığı için henüz sallayamadım.

Aklıma gelmişken burdan Babamı ve Annemi saygıyla anmak istiyorum. Süpermarketten onca eşyayı taşımanın ne denli zor olduğunu bir kez daha anladım. Allahtan Beytepe yıllarımdan biraz idmanlıyım. Ayrıca gima.com.tr (gima sen-al market) ile Migros sanal marketinini de takdir etmeden geçemeyeceğim. Burda maalesef öyle bir servis yokmuş. Olsaydı hayat kesinlikle daha kolay olurdu.

Buralara gelmeyi düşünen Erasmuscular olursa diye fikir vermek için bir kaç şeyin fiyatını yazarak bu postu sonlandırayım.

Kepekli Tost Ekmeği 0.54 Euro, 15'li Balık Kroket 1.99 Euro, 3'lü küçük konserve mısır (dia marka ki TRde de benim favorimdir) 0.96 Euro, 1,5 lt Su 0.38 Euro, 1,5 lt Diet Coca Cola 1.04 Euro, 10'lu Lipton Poşet Çay 0.54 Euro, 24 cm'lik Teflon Tava (tabii ki dandik marka) 4.29 Euro.

Cuma, Eylül 22, 2006

Baltazar'ın Doğum Günü

Lizbonda'ki 3.günümde gece hayatının ucundan azıcık yakalamayı başardım sanırım. Şimdi diyeceksiniz ki bu Baltazar da kim. Şaka gibi bir ismi var evet. Kendisi Portekizli arkadaşım olan Luis'in (ki kendisi Hakan Şükür'ün Portekiz şubesi gibidir) çaldığı grubun (www.dazkarieh.com) elemanlarından biriymiş. Luis akşam aradı dedi elemanın doğum günü mahiyetinde yemeğe gitcez, gelir misin. Ben de tüm maceracı ruhumla hemen evet dedim. Pişman da olmadım :) Gecemiz Luis'in beni 20.15te almasıyla başladı. Diğer elemanlarla buluşma yeri Largo Do Carmo adlı bir mini-meydandı. Meydan küçüktü ama atmosferi çok sıcaktı. Her yer loş ışıklarla aydınlatılmıştı. Bir müzenin girişi olan mermer düz alansa çok amaçlı açık hava tiyatrosu gibiydi.

Largo do Carmo'daki açık hava kafesi


Aslında Carmo müzesinin girişi olan açık hava tiyatrosu

Şimdi neden açık hava tiyatrosu dediğime geliyim. Biz vardığımızda mekan yandaki resimde gördüğünüz gibi bomboştu. 15 dk. geçmedi ki kaykaycı bir grup geldi ve kendi çaplarında show yapmaya başladılar. Luis'in anlattığına göre Lizbon'a daha yeni taşındığı günlerin birinde buraya gelmiş ve kendi kendine müzik yapmaya başlamış. Hatta şimdi çaldığı grupta onu burda keşfetmiş ve o gün bugündür bu mekanda müzisyenler uğrayıp jam sessionlar yaparmış. O gece müzisyenlere rastlamadık ama daha ilginç bir şey izledik.... Gecenin saat 24.00'da yemek yediğimiz yerden çıktık ki ne görelim. Müzik setinden gelen müzik eşliğinde 4-5 çift Tango yapıyorlardı. Tango'dan çok anlamam ama ben gayet başarılı buldum gösterilerini. İstanbul'da gecenin bir yarısında böyle bir manzarayı düşünemiyorum... Adama deli derler herhalde. Ama izlemesi pek bi hoş oluyormuş.


Doğum günü yemeğinde sanırım 12 kişiydik. Hint-İtalyan restoranında yedik (ilginç bir kombinasyon olmuş bence). Millet tabii paso Portekizce konuştu, ama allahtan masada yanımda İngilizce-Portekizce mütercim tercüman olan bir kızla karşımda Luis oturuyordu da muhabbet sorun olmadı. Garip soslu tavuklu salata yedim. Sangria (şarap içine meyve suyu, portakal, elma, tarçın eklenmiş tatlı bir içki) içtim biraz (ki İspanya'da içtiklerim daha iyiydi bence), biraz da yerel kırmızı şaraplarından denedim ki çok başarılı buldum (bilenler bilir normalde şarap pek tercih etmem).


En solda elleri cebinde olan Luis, T-shirt'i parlayan ise Baltazar. Diğerlerinin isimlerini hatırlamıorum valla kusura bakmasınlar.

Saat 24.00 gibi çıktık mekandan. Sonraki durak Clube Mercado adında bir bar-disco idi. Torre Torre Big Ben adında farklı ülkelerden gelen müzisyenlerden oluşan bir grubu dinledik. Müzik güzeldi (sadece enstrümantal, trompet, saksafon, bas, ritm aletleri). Genelde hareketli ritmler çaldılar. Ama mekanı pek tutmadım. Havalandırması sıfırdı. Girişe 5 euro ödedik. Bir de bu Portekizde biraları 20cl.lik bardaklarda veriyorlar, adam kandırıyorlar. Luis'e sordum, hep böyle mi verirler birayı yoksa burda adam mı kazıklıyorlar. O da dedi ki bu normal boy, bir büyük olarak da özellikle istersen 50cl.lik veriyorlarmış. 7. Kat'ın gözünü seviyim dedim vallaa... Biralarını pek tutmadım (acı bira sevmem deee)... Konser bitince ortam techno-disco'ya döndü ki ben pek hoşlanmam. Allahtan kapanana kadar kalmadık. Patricia beni eve bıraktığında saat 03.30'u gösteriyordu... Zaman hızlı geçiyor velhasıl.

Bu arada sabah oda arkadaşım geldi. Düşündüğüm gibi Angola asıllı değil, CAPE VERDE asıllıymış. İyi bi kıza benziyor. İngilizce konuşuyor, felsefede okuyormuş. Ama sanırım Ekim başında başka odaya geçecekmiş. Keşke kimse gelmese de tek kişi kalsam süper olur :) Akşam onunla süpermarkete gittik. Bizde ki DİASA'nın burda MİNİPREÇO (minipreszo gibi okunuo) adını aldığını gördüm. Hatta üzerinde türkçe olarak TATLANDIRICI yazan bir ürün bile gördüm, kendi çapımda sevindim.
Yarın artık üşenmesem de tencere, tava, havlu alsam... Şaka maka kaşif ruhumdan bu aralar pek eser yok. Hala şehri keşfetmedim. Nasıl olsa 5 ayım var diyorum ama hava da gittikçe soğuyor, soğukta da hiç gezilmez ki... Peh!!! Birileri gelse de bahanesiyle ben de gezsem.
Okulu/fakülteyi anlatmayı unutmadım da Pazartesi'yi bekliyorum. Biraz fotoğraf çekebilirsem görsel bir şeylerin olması güzel olacak.

Perşembe, Eylül 21, 2006


Bu Sabah Yağmur Var Lizbon'da....

Güne yağmurun sesiyle uyandım. Çift cam pimapen'e ne kadar alışmış olduğumu farkettirdi yeni odam bana. Oysa ki İstanbul'daki evim de anacaddeye bakıyordu. Meğer ben uyurken hiç araba sesi duymazmışım. Burda bırakın araba sesini yağmurun sesi bile insanı uyandırmaya yetiyor. Yanlış anlaşılmasın şikayetçi değilim. Cadde ve doğa sesleri dışında bu yurtta pek ses yok. Dersler haftaya başlayacağı için hala boş odalar var. Ben bir binanın 2. katındaki dairelerden birinin bir odasında kalıyorum. Burası bizim devlet yurtlarındansa benim 4 sene yaşadığım Beytepe öğrenci evlerine benziyor. Tabii biraz daha az lüksü. Şimdilik 2 derdim var. Tuvalet banyonun ortak olması ve 11 kişi tarafından kullanılması, diğeri de tencere tava vb. esyalarım olmadığı için yemek yapma olayına henüz girememiş olmam. Neyse daha 3. günüm. Aç değilim açıkta değilim.


Uçağım 10.35te İstanbul'dan havalandı. Bu sefer şehrimden ayrılmak bana çok daha zor geldi. Arkamda bırakmak istemediğim şeyler geldi aklıma hep. 5 aylık maceranın ilk dakikalarında gözlerim nemli bindim uçağa. Yolculuk yaklaşık 4,5 saat sürdü. Uçakta Just My Luck diye tam benim sevdiğim gibi bir film vardı. Onu izlerken yolculuk nasıl geçti anlamadım. Lizbon'a indiğimde beni arkadaşımın kız arkadaşı karşıladı. İyi ki gelmiş. Hayatımı o kadar kolaylaştırdı ki anlatamam. Arabasına attık eşyaları doğru üniversitenin sosyal işler ofisine. Yurt kaydı yaptırmak için gittik. İşlem için girmeden sıra numarası aldık. Elimizdeki numara 28 di, ekran ise 50 küsürlü bi rakam gösteriyordu. Allahtan millet numaralarını alıp gitmiş, 1 saat falan sıra beklemeden işlemlerimiz yapıldı, tabii bunda erasmus öğrencisi olmam fayda sağladı çünkü 13 kişi varken önümde, bir kadın geldi ve erasmus öğrencisi olduğumu duyunca hemen işlerim halloldu. Yanımda arkadaşım olmasa tabii ne olurdu bilemicem, okulda resmi işlerle uğraşanlar genelde sadece portekizce konuşuyor ve ben konuşulanları hiç anlamıyorum. Kafamda bir sürü j ve ş harfi dolandı durdu... İspanyolca'nın gözünün çapağını yiyim dedim içimden.
Kalacağım yurdun adresini alıp arabayla yola çıktık. Bu arada yurdun günlüğü 2.46 euro :) Yurdun olduğu bölge zengin bir bölge sayılırmış. 2 sokak paralelde 2 tane 5 yıldızlı otel var. yaklaşık 500mt ötede de Akmerkez'in bir iki boy küçüğü bir alışveriş merkezi var. Okula metro ile ulaşım kolay. Yaklaşık 10dk. yürüyerek Marques de Pombal'den metroya biniyorum 6 durak sonra Üniversite şehrindeyim. Size yukarda biraz yurttan ve odamdan bahsetmiştim. Yukardaki resim odamın manzarası. Doğal bir otopark gibi görünüyor. Bu resim de odamın resmi.
Odama ilk gün yerleştim ve çabuk benimsedim. 1 tane de oda arkadaşım olacak. Öğrendiğime göre adı Ana-Cristina. Tahminime göre Angola asıllı. Henüz kendisiyle tanışmadık. Ama eşyaları odada. 1 tane 33 ekran TV, 1 tane tek kasetli-cdli müzik seti. Bir de dosyasından edebiyat fakültesinde okuduğunu anladım. Sanırım en geç Pazar günü gelmiş olur. Dolabında aşağıdaki resim asılı. Sanırım onun resmi.





Katta şimdilik muhabbet ettiğim 1 kız var. Adı İloida. Kendisi okulu bitirmiş. Batı dilleri mezunu. Angola asıllı. Saolsun onun sayesinde şu anda internete bağlanıyorum :) O olmasaydı odada wireless oldugundan da wireless ayarlarının nasıl olması gerektiğinden de haberim olmayacaktı. Bilhare onun da fotosunu çekip bloga yapıştırırım.

İkinci gün okula gittim. Kayıt, ders seçimin gibi bürokratik işlerle uğraştım tüm gün. Hem öğrenci destek sorumlusu hem de erasmus koordinatörü çok sıcak kanlı insanlardı. Öğrenci birliğinden de Margarita die bi kız bana çok yardımcı oldu.
Neyse okul maceralarımı bir sonraki posta bırakıyorum...
Beni izlemeye devam edin...