Seyyah Cupid'in Portekiz Maceralari

Erasmus öğrencisi olarak geldiğim Portekiz'deki maceralarımı aktaracağım bir blogdur bu...

Pazartesi, Ocak 29, 2007

MASALLAR DİYARI SINTRA ve ROMANTİZMİN DORUK NOKTASI CABO DA ROCA

Blogumu bir aydan uzun bir zamandır postsuz bıraktığımın farkındayım. Noel tatili için çıktığım 15 günlük İspanya (Madrid-Endülüs-Barcelona) turunu sağ salim bitirip Lisbon’a döndükten sonra 18 gün boyunca neredeyse sadece süpermarkete ve okula gitmek için dışarı çıkıp projelerle boğuştum. Bir ara öyle bir noktaya geldim ki ne ders yapabiliyorum, ne dışarı çıkmaya vicdanım el veriyor. Bu noktada da kendimi dizilere kaptırdığımı itiraf etmeliyim. Lizbon’da 4. ayım bitti, burada hiç televizyon izlemedim. Açıkcası yokluğunu da çok hissetmemiştim. Ama ne zaman ki internetten (youtube, google video ve rapid share sağolsun) Türk dizilerini izlemeye başladım işte o zaman vakit su gibi akıp geçmiş... O yüzden bir türlü post yazmaya elim gitmedi. Burada yaklaşık 1 ayım daha kaldı, o zamana kadar da sanırım şimdiye kadar yaşadığım maceraları yazmayı bitiremem. Olaylar tazeyken yazamıyorum, ancak aldığım notlar sayesinde mümkün oldukça detayları atlamadan yazmaya devam edeceğim.
28 Ekim 2006, Cumartesi günü Braga’da Erasmus yapan 3 Türk arkadaşımız ve Lizbon’da Erasmus yapan 3 kafadar birleşip, 6 Türk kızı olarak o gün Sintra’ya gitmek için Entre Campos (Metro Sarı Hat) tren istasyonu girişinde buluştuk. Portekiz adetlerine kolay alışan 4 arkadaşım normal buluşma saatinden yaklaşık yarım saat geç geldikleri için turumuzun bir noktasında hızlı hareket etmek zorunda kaldık. Entre Campos’tan 20 dakika arayla gece 01.00’e kadar Sintra’ya tren (Tren hep Linha 2-yani 2. hattan geçiyor) var. Yaklaşık 45 dakika sürüyor yolculuk. Sintra tren istasyonundan şehir merkezine yürümek mümkün-ki biz öyle yaptık- Ama yürümek istemezseniz tren istasyonundan 434 nolu otobüsü yakalayıp Palacio Pena’dan gezinize başlamanızı tavsiye ederim. Turistik gezi ayrıntılarına girmeden önce tren yolculuğumuzda yaşadığımız olayları anlatmadan geçemeyeceğim.

Şansımıza 28 Ekim CP (TCDD’nin Portekiz versiyonu)’nin kuruluşunun 150. yıl dönümüymüş. O yüzden o gün Portekiz içindeki tüm trenler ücretsizdi. Tabii biz bunu ancak gişeden bilet almak için sıraya girdiğimizde öğrendik. Daha önce öğrenmiş olsaydık belki de daha uzak mesafede bir şehre giderdik. Siz normal bir günde Lizbon-Sintra-Cabo Da Roca-Cascais-Lizbon turu yapmak isterseniz bu hat için özel olan günlük limitsiz tren+otobüs bileti almanızı tavsiye ederim (Ücreti 12-14 euro civarı. Burayı bir turla gezmek isterseniz yaklaşık 40-50 euro istiyorlar ki bence değmez, kendinize güvenin ve yola tursuz çıkın derim). Bu bileti sanırım tren istasyonundan alabilirsiniz. Biz trenler bedava olduğu için bileti almadık ama trenler bedava olmasaydı biletleri ayrı ayrı almak daha pahalıya geliyor. Ayrıca bu turu bir günde yapmak istiyorsanız tavsiyem en geç 08.00 gibi Lizbon’dan yola çıkmanız olur. Biz Sintra’ya vardığımızda saat 12.00 idi, bu yüzden Cascais’de gezemedik, sadece bir yemek yedik. O yüzden bu postumda Cascais’i anlatmayacağım, orayla ilgili gözlemlerimi ilerki postlarımın birinde okuyabilirsiniz.

Trende yarı uykulu yarı heyecanlı 6 Türk yine tipik geyiklerimizi çevirirken gözüm karşı çaprazımda oturan bir adama takıldı. Bizi anlıyormuş gibi dikkatle dinliyor gibi görünüyordu. Bu Lizbon’da biz ne zaman Türkçe konuşsak etrafımızdakilerin “acaba bunlar hangi dilden konuşuyor” diye merak içinde bizi dinlediklerini hep farkederdik de bu adam sürekli Bilgehanla benim oturduğumuz tarafa bakıyordu. Neyse derdi neyse çıkar en sonunda ben geyiğe devam edeyim dedim kendi kendime. Yolculuk yarılanmıştı ki bu adamın çantasından bir lise defteri ve bir kalem çıkardığı gözüme takıldı. Herhalde günlük falan yazıyordur diye düşünüp dikkatimi yine bizim muhabbete çevirdim. 1-2 durak sonra adam inince oh be dedim, neyse elimizden bir kaza çıkmadan gitti artık rahat rahat geyiğe devam edebiliriz. Sonra bir baktım ki adamın kaltığı koltukta -ki bu Beril’in yanı oluyordu- bir kağıt var. Beril’e dedim baksana bir şu koltuğun üstündeki kağıtta ne yazıyor. O da ne kağıdı dedi. Dedim bir bak. Kağıda bakar bakmaz gülmeye başladı. Ben de ne yazıyor diye sordum. Meğer kağıtta e-mailini yazıp altına da İngilizce “I wait for You.” Yazmış. Şu Portekizli erkeklerin kızlara nasıl yazdıklarını bir daha görmüş olduk. Enteresandır ki Türkçe konuşuyor olmamıza rağmen İngilizce bildiğimizi düşünüp notunu İngilizce yazmış. Ayrıca tüm yolculuk sırasında ağzını açmayıp sadece bu notu bırakması da ayrı bir eziklikti ki normalde Portekiz Erkekleri bu kadar sessiz kalmaz direk “where are you from” diyerek muhabbete girerler. Bu olay Sintra gezimiz sırasında hatırlayıp çok güldüğümüz bir olay oldu. Adamın yazdığı notu bloguma koyup sizi de biraz güldürmeye karar verdim. Ama lütfen e-mail atmayın adama, yazıktır.
45 dakika yolculuk sonunda Unesco Dünya Mirası Listesinde bulunan Sintra’ya ulaştık. Trenden indikten sonra ilk ziyaret ettiğimiz nokta Sintra Tren İstasyonu’ndaki Turist Info oldu. Siz de mutlaka iner inmez buraya uğrayın. Buradaki görevliler ingilizce bildikleri için çok yardımcı oluyorlar. Buradan 1 Sintra haritası, bir 434 nolu otobüsün (Sintra-Palacio Pena-Sintra) ve bir de 403 nolu otobüsün (Sintra-Cascais) zaman çizelgesini alın. Turunuza başlamadan önce zaman planlamanızı iyi yapın. Size tavsiyem Palacio Pena’dan başlayın, sonra merkezi gezin.

Biz de zamanımızı planladıktan sonra yürüyerek merkeze gittik. Yolumuz üzerinde Belediye Binasını (Camara Municipal) ve Moorish Çeşmesi (Fonte Mourisca) yı gördük. Yürüyüşümüz sırasında uzaktan gördüğümüz beyaz, koni biçiminde bacaları olan binanın Palacio National olduğunu öğrendik. Yakınına gittiğimizde eski ve bakımsız görünüşü bizi çekmediği için içine girmedik. Bu arada karnımız acıktığı için herkes kendine yiyecek bir şeyler bulma telaşına girdi. Sintra turistik bir mekan olduğu için Turistik Restoran arayanlar pek zorlanmayacaktır. Ama biz bütcesi kısıtlı olan Erasmus gençliği olduğumuz için kendimizi bir pastaneye attık. Ancak bu pastanede-ki bütün pastanelerde aynı şekilde- tuzlu yiyecek çeşidi çok azdı, olanlar da hep domuz etliydi. (Portekiz’de inanılmaz bir pastane kültürü olmasına rağmen bulabileceğiniz tuzlu çeşidi croissant ve bir iki çeşit domuzlu empanada ile sınırlı oluyor. İnsan ister istemez nerede bizim çeşit çeşit poğacalar, açmalar, simitler diyor...) Diğerlerini orada bırakarak ben Cerenle ara sokaklara yemek avına çıktım. Neyse ki peynirli sandviç yapan bir büfe bulduk da 2 euroya karnımızı doyurduk. Diğer kızlarla da Palacio National’in önünde buluşup orada karnımızı doyurduktan sonra Palacio Pena’ya gitmek için otobüs beklemeye başladık.

Otobüse binişimiz bile maceralı oldu aslında. Önce otobüs ücreti gidiş dönüş 3,85 olduğu için acaba yürüyerek mi gitsek diye düşündük biraz. Sonra mesafe ne kadar bilmiyoruz diyerek binmeye karar verdik. İyiki de vermişiz. Eğer siz de sporcu değilseniz, enerjinize güvenmiyorsanız, bol vaktiniz yoksa sakın bu yolu yürümeyin! Daha sonra konuştuğum bir Türk arkadaş bu yolu yürümüz 1-1,5 saat sürmüş. Uzunluğu boşverin de bir noktada hep rampa tırmanıyorsunuz, ormanın arasından gidiyorsunuz. Otobüse binin adam gibi, oturarak yol manzarasının keyfini çıkarın derim. Otobüs bekleyen kalabalık bir grup vardı, bu grup İspanyol ergenlerden ve onların başında görevli 1-2 öğretmenden oluşuyordu. İlk otobüse binemeyince hırs yaptık, Türk’ün kalabalıktaki itiş kakış deneyimine güvenerek bu ergenleri delerek otobüse binebildik. Bindik ama oturamadık. Neyse biz en arkada kapının yanında giderken arkamızdaki iki İspanyol ergen muhabbet ediodu yuksek sesle. Ben dayanamayıp bunlara İspanyolca Sesinizi kesin dediğimde bunlar kızardı ve bir şey diyemeden sustular. Sonra da meraklı bir insan olduğum için İspanya’nın neresinden geldiklerini sorunca onlara, biri kızardı utandı ve cevap veremedi, diğeri de sıkılgan tavırlarla Endülüs dedi. Bu sorumdan sonra da biz inene kadar bi daha konuşmadılar... Her ne kadar kendi aramızda Türkçe konuşsak da evel allah voltran oluşunca İngilizce-Portekizce-İspanyolca çat pat Almanca anlayabilecek kıvama geliyor grubumuz.

Biz kalabalığa daha fazla dayanamayarak Moorish Castle durağında indik. Giriş için bilet almaya gittiğimizde öğrendik ki Mourish Castle+Palacio da Pena girişi 11 euro’ya mal olacak. Bu yüzden Kale’ye girmekten vazgeçip bir sonraki otobüsle Palacio da Pena’ya girmeye karar verip 7 euro’ya giriş biletimizi aldık (Maalesef öğrenci indirimi yoktu!).















Diğer otobüsün gelişini beklerken bari etrafta fotoğraf çekelim dedik. Tam ben Cerenle Seval’in fotoğrafını çekiyordum ki elinde valiziyle tıngır mıngır yürüyen (o ortamda valiziyle yürüyen birini görmek zaten başlı başına ilginçti. Dağ başında valiziyle yürüyen bir adam hayal edin...Nereden gelip nereye gittiği belli olmayan!) amca bana, istersen sen de geç üçünüzün fotosunu çekeyim diyince kabul ettik. Ama amca dijital foto makinesi kullanma özürlü çıktı. Fotoğrafı çekip makinayı bize verdikten sonra anladık ki amca deklanşör yerine power on/off düğmesine basarak makinayı kapatmış resmimizi çekeceğine. Bunu anladığımızda yine bayaa güldük, valizyle yoluna devam eden amcayı da tekrar çağırmak istemedik. Ben yine Cerenle Seval’in fotoğrafını çektim.

Palacio da Pena’yı görünce büyülendik. Kendimizi bir masal kahramanı gibi hissettik. Sanki bir balkondan heran rapunzel çıkıp saçını uzatacak veya biraz sonra kül kedisi koşarak merdivenlerden inecek gibiydi. Bu büyülü şatonun arka avlusunun manzarası nefes kesiciydi. Fotoğraf çekmeye doyamadık.
Sarayın içinde de zamanın kral ve kraliçesinin odaları mevcut. İç mekanlarda fotoğraf çekmek yasak olduğu için bu bölümlerin resimlerini
koyamıyorum. Yaklaşık 2 saatimizi burada geçirdik. Cabo Da Roca’ya gidecek otobüsü beklerken kızlar Sintra’nın meşhur QUEIJADAlarından denemeye karar verdiler. Queijada güya bir tatlı çeşidi olmakla birlikte bizim irmik tatlısının tatsız versiyonu gibi. Yani çok meraklıysanız alın deneyin ama bizim 6 kişilik gruptan seven çıkmadı...

Masallar diyarı Sintra’yı arkamızda bırakıp Cabo Da Roca’ya doğru yol aldık. Sintra-Cabo Da Roca arası otobüsle yaklaşık 37 dk. Romantizmi iliklerinizde hissedebileceğiniz bu nokta Avrupa Kıtasının En Batı Ucu. Burası... Toprağın bittiği, Denizin Başladığı Yer... (demiş Camoes)... Resimden mekanın tam koordinatlarını da görmeniz mümkün.

Manzara zaten nefes kesici. Ortamdaki fener de ayrı bir hava katıyor. Biz oradayken kutlama yapan bir grup vardı. Neyin kutlamasını yaptıklarını öğrenemedik ama bayanlar saten gece elbileri ve topuklu ayakkabılar (ki orada nasıl yürüyorlardı aklımız almadı), erkekler takım elbise, çocuklar da onların mini versiyonu gibi giyinmişlerdi. Yetişkinlerin elinde de şampanya kadehleri vardı.

Eğer macera ruhluysanız, hava da müsaitse kıyıya dik inen daracık patikaları takip ederek deniz kıyısına inip oralardaki saklı plajları keşfedebilirsiniz. Bu biraz tehlikeli bir macera ve sanırım çıkışı inişinden daha zor olur. Biz bu kadar maceracı değildik. Ancak yurttaki portekizli bi arkadaşım bu dediğimi yapmış ve bana çektiği fotoğrafları gösterdi. Gerçekten güzeldi fotoğraflar. Ama yine de kısıtlı bir zamanda bence yapılacak bir şey değil... O yüzden yapamazsanız üzülmeyin!

Dönüş yolunda kullandığımız otobüs şöförü de bize İstanbul’daki minibüs şöförlerini hatırlattı. Bir ara öndeki arabayla dalaşmaya başladı. Otobüs arabayı sollamaya çalıştıkça araba gıcıklık yapıp önünü kapatıyordu. En sonunda bir noktada otobüs arabayı sıkıştırdı ve iki araçta durdu. Otobüs şöförü arabanın sürücüsüne bağırmaya başladı. Tabii bu noktada biz bir şey anlamadık. Kızların önünde oturan Brezilyalı bir çocuk vardı (ki ben onun başta Yunanlı olduğunu iddia etmiştim) o da bize durumu açıkladı. Anlattıkları bize hiç yabancı gelmedi. Ama Türkiye’de olsaydı şöförler çoktan aşağıya inip birbirlerine girmişlerdi bile... Bu arada Brezilyalı arkadaş Avrupa’da interrail yapıyormuş, otobüsle Cascais’e giderken de bir defter çıkardı. Biz defteri görünce kızlarla bakışıp gülüştük (malun Sintra Treninde yaşadığımızı hatırladık). Sonra çocuk güldüğümüzü görünce bize açıklama yapma ihtiyacı duydu sanırım. Maceralarını aktardığını söylediği günlüğünü yazdığını söyledi...

Her dakikasında bir rüyadaymışız gibi hissettiğimiz turistik gezimizi Cascais’deki alışveriş merkezinde yemek yiyerek bitirdiğimizde hepimizde mutlu bir yorgunluk vardı.

Portekiz toprağına ayak basacak bir insansanız, Sintra ve Cabo Da Roca’yı görmeden bu ülkeden ayrılmamalısınız. Pişman olmayacağınızı garanti edebilirim.