Seyyah Cupid'in Portekiz Maceralari
Erasmus öğrencisi olarak geldiğim Portekiz'deki maceralarımı aktaracağım bir blogdur bu...
Açık Büfe Karın Doyurmaca...Erasmuslisboa.com sağolsun her hafta başı haftalık etkinlik programlarını gönderiyorlar. Aslında hep fiks yerlerde oluyor partiler. Salıları clube mercado'da, çarşambaları D'alma Lounge'da, perşembeleri de screen'de. Bundan önce az buçuk clube mercado'dan, daha ayrıntılı olarak da screen'den bahsetmiştim. Bu yazı da biraz D'alma Lounge'dan bahsedeceğim.
Ayın başında Seval ile Ceren geldi ve böylece takımımız tamamlandı. Onların geldiği ilk hafta mekan tanımaları ve ortamı görmeleri icin Erasmus Aperatif Akşamına gidelim dedik.
Buluşma noktamız Baixa-Chiado (Mavi ve Yeşil Metro hattının kesiştiği nokta) Largo Do Chiado çıkışıydı. Bu arada Baixa (ki bayşa diye okunuyor), şehir merkezi, yani downtown anlamına geliyor. Metro çıkışı da şu resimdeki gibi:
Levhanın arkasındaki cafenin adı A BRAZILEIRA. Lizbon'un en meşhur ve turistik cafesi. İç mekanı biraz küçük (alt katı restauran ve oraya gitmedik ama kafe kısmı kısıtlı) ancak hava güzel olduğunda dış mekanda oturması, etrafı izlemesi, çok güzel. Bu cafenin dışarıdaki masaları arasında Fernando Pessoa ile karşılaşıp aynı masaya oturup iki çift laf etmeniz mümkün :) Yukarıdaki resimde gördüğünüz gibi ben de onunla bir kaç dakikalığına sohbet ettim :p Bu arada A Brazileria iyi hoş da servis biraz yavaş. Ayrıca fiyatlar da turistik, normalde 75cl lik local şarap averaj bir restauranda 6,5 euro iken burada 9,5 euro. Ama kahvesi diğer yerler ile yaklaşık aynı fiyatta... Lizbon'a giderseniz buraya oturmadan ayrılmayın derim.
D'alma Lounge her çarşamba akşamı Lizbon'lu erasmuslulara ev sahipliği yapıyor: Yiyebildiğin kadar ye bedava, sadece içtiğini öde (minimum 2,5 euro ki 2 bira 3 euro'ya tekabül ediyor). Çoğunluk ispanyollar olmakla beraber ortamda uzak doğulu bile bulmak mümkündü.
Yukarıda ki resimlerden az kişili olan bizim masamız. Sarışın arkadaş Ceren, Esmer Arkadaşımız Seval, 3. kişi de bendeniz. Diğer masa ise İspanyolların masası. Fotodaki 7 kişinin 4 ü ile aynı fakültede okuyorum. Şimdi iki resime dikkatle bakarsanız bence Türkler ile İspanyollar arasındaki 10 farka ilişkin biraz fikir edinebilirsiniz belki.
Yukarıdaki bu iki resim de size ortam hakkında biraz fikir verebilir. Ortam gayet kalite, hoş bir mekandı. Biz biraz erken gittiğimiz için masada oturabildik, ilerleyen vakitte gelen insanlar önce bara oturdular, orda da yer kalmayınca ayakta ortalıkta dolanmaya başladı yeni gelenler.
Menü başlangıçta domuz eti yemeyenler için pek çekici değildi açıkcası: Peynirli ve alfredo soslu Cheese Tortellini vardı, diğerli içinse spagetti bolonese. Sonra Pizza geldi, sonra sandviç ekmekleri ve arasına sürmek için ton balıklı bir karışım. İlerleyen saatlerde ise assolistler ortaya çıktı: Kalamar ve dana etinden yapılmış kroket köfte. Gayet lezzetliydiler. Yemeklerle ilgili ilginç olay ise yeni bir tabak ortaya çıktığında arka masamızda oturan uzak doğulu insancıkların hemen masaya saldırmalarıydı... Kalamar geldiğinde abartmıyorum bitmeden alabilelim diye millet elleriyle avuçlayarak tabaklara koydu. Dana kroket konusunda ise biz biraz şanslıydık, bizim masaya servis yapan garson tabağı masaya bırakmadan önce yanımızdan gecerken onu durdurduk ve bu ne etinden diye sorduk, üşenmedi elinde dolu tepsiyle mutfağa gitti sordu, dana etindenmiş diyince herkesten önce biz istediğimiz kadar tabaklarımıza koyduk.
İçecek tercihimiz tabii ki Super BOCK'tu. İsminden dolayı hemen gönüllerimizde taht kurdu. hehehe! Ne zaman bir yerde Super Bock görsek fotografını çekmeye , insanlara da Bock'un Türkçe'de ne anlama geldiğini anlatmaya başladık. Super Bock Portekiz'in Efes Pilsen'i. Bir diğer milli marka da Sagres. Her ne kadar tad olarak Sagres'i daha begenmiş olsam da ismindenmidir bilemiyorum Super Bock'tan yana kullanıyorum genelde tercihimi. Super Bock'un bir sürü çeşidi var. Ben şimdiye kadar Super Bock klasik, cool ve verde (yani yeşil) denedim. En çok Cool'unu sevdim, yeşil olan ise limon aromalı, bence olması gerekenden daha tatlı...Son olarak fiyatlar yine çok ucuz sayılmaz, akşam 22.00'den sonra biraz daha zamlı oluyor. Ama kaliteli ve sakin (akşam 24.00 e kadar gayet sakin) bir ortam istiyorsanız gidebilirsiniz.Yolunuz düşer de D'alma Lounge' a gitmek isterseniz adresi: Rua da Misericordia, 74 - Bairro Alto (metro çıkışı- baixa-chiado)... Bu post için hiç bir şekilde reklam ücreti alınmamıştır... Tamamen mekanı sevdiğimden yanii..
Lisboa'da İlk Konser Deneyimi...Size ilk postumda Luis ve Dazkarieh'den bahsetmiştim. Kötü hava şartları yüzünden konserleri 1 hafta ertelendikten sonra o gün geldi çattı. Luis kıyağını yaptı ve bana davetiye ayarladı. Normalde giriş 10 Euro idi. İşte davetiye böyle bir şey:
Konsere Alman arkadaş Judith ile Türk Arkadaş İhsan ile gittik. İhsan YTÜ makinada, arkadaşın arkadaşı aracılığıyla msn adresini bulmuştum, işte konser bahanesiyle o gün gerçekten tanışabildik. Bu resmi Judith çektiği için o görünmüyor, ama bir önceki postta vardı resmi. İşte burası da konser mekanının önünde İhsan ve Ben. Konser Mosterio de Jeronimos, Arkeoloji müzesi bahçesinde, Belem'deydi. Gece yapılan ışıklandırmayla atmosfer acaip hoş görünüyordu. İşte bu resimde girişteki poster. Biz saat 20.45 gibi mekandaydık. Önce biletlerimizi aldık. Baktık hala vakit var Pasteis de Belem'e gidelim dedik. Orda tatlı yiyi tatlı konuştuktan sonra 21.30'da konser mekanına gittik. Baya bir kalabalık kapının önünde bekliyordu. 22.00 gibi içeri girdik ve gördüğümüz manzara bizi büyüledi. İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndeki konser atmosferini anımsattı bana birden (buradan Başo'ya selam ederim :) ) Konser başlangıcından önceki müzikler kulağa çok tanıdık geliyordu. Hatta bir tanesi Deniz Seki'nin coverladığı bir şarkının müziğiydi. Konser çıkısı Baltazar'a sordum çalınan CD de türk şarkı varmıydı diye. 3 tane şarkı varmış Ömer Faruk diye birinden. Ben tanımıyorum ama güzel müzik yapıyormuş.
Konser 22.15 gibi başladı. Geleneksel Portekiz müziklerinin modern düzenlemeleri, irlanda müzikleri ağır basıyordu. Bizi en çok büyüleyen ise bir kişinin en az 2 enstrüman çalmasıydı. Hele bir de Vasco'nun (sanırım adı buydu emin degilim) çaldığı bir enstrüman vardı ki adını bilmiyorum ama acaip komplike bir şeydi. İsveç halk müziği enstrümanıymış org-keman-akordeon karışımı gibi bir şeydi. Görülmesi gereken bir enstrüman. Şarkı söyleyen ablamızın sesi de muhteşemdi. Tam müzik konseptine uygundu. Tam bir DÜNYA MÜZİĞİ yapıyorlar: mandolin, tef, darbuka, isveç aleti, tulum, buzuki, cajon ve ismini bilmedipim daha bir kaç alet. Baltazar'ın bu resmini çok seviyorum. Sanki yukarıdan ona ilahi bir güç geliyor. Onda zaten var biraz ruhanilik. Kendisi Aralık'da Mevlana kutlamaları için Türkiye'de olacakmış.
Bu da posterlerini aşırmamdan önceki son görüntü. Sonra posterlerini hatıra olarak aldım, ama çok ıslaktı ve zımba deliklerinden çok yıpranmıştı. Konser sonunda Luis ben sana yenisini veririm diyince boşuna kasmış oldum ya neyse. Şimdi bu Post aracılığıyla POZITIF yetkililerine seslenmek istiyorum. BU grup RockNCoke 2007'ye gelmelidir. Eminim seyirci performanslarına bayılacaktır. Bu yazıyı okuduktan sonra siz de onların şarkılarını merak ettiyseniz şu sayfadan bir kaç şarkılarını dinleyebilirsiniz: http://www.myspace.com/dazkariehKonserde 2 kere bis yaptılar. Konser alanını en son terkedenlerden olduk. Saat 02.00 gibi grupla kutlama yapmak için Bairro Alto'ya gittik. Bu oraya ilk gidişimdi. Burası bir sokak ve dışarıya servis yapan barlar sıralanmış. Çok Çok kalabalık ve her çeşit insan olduğu için biraz tehlikeli bir mekandı. İki türk olarak pek tutmadık mekanı. Çapulcu mekanı olarak adlandırdık ve saat 03.30 civarında 2 türk 1 alman olarak müzik dolu gecemizi noktaladık. Şimdi Kasım başında TOOL konseri var. Henüz bilet almadık ama ona da gitmeyi düşünüyoruz. Eeee fırsatları değerlendirmek lazım...Herkese bol müzik dolu günler. :)
Erasmus Ruhu ve İlk Parti...Bir de baktım ki buraya geleli 1 ay olmuş... Zaman ne kadar da hızlı akmış. Hafta içi hep okulla-derslerle geçiyor. Ama yine de anlatacak o kadar çok şey birikmiş ki... Mesela bu hafta beni çok zorlayan bir haftaydı. Ama yıkılmadım ayaktayım. Hala portekizce konuşamıyorum ve konuşma isteğimde günden güne azalıyor... Neyse bugün bu blog'da güzel şeyler yazıcam. Nitekim biraz da blog'un kronolojik sırasını bozmak istemiyorum.
İlk Erasmus partisine 2 hafta önce 2 alman 1 isviçreli arkadaşla gittim. O kadar Almanca'nın arasında (ki ben sadece lise de 2 sene almanca alıp sadece aç kalmayacak akdar almanca konuşan biriyim) sıkılmadım, hatta onların konuşmasını taklit etmek komikti.
Akşam 9 gibi eski-ki kendisi sonunda emeline ulaşıp ayrıldı-yurt arkadasım olan Alman Judith ile şehir merkezine gittik. Baixa-Chiado metro durağında indik ve bir çıkışa yöneldik ki etraf polis kaynıyo, allah allah dedik yoksa burası taksim mi :p meğer çıkışın merdivenlerinde bir grup kavga etmiş polis onların etrafını çevirip gerekli müdahaleyi yapıyor. Bu Portekiz'de gördüğüm ilk olaydı ve o an anladık artık şehir merkezinde olduğumuzu. Metro'dan çıktığımız yer chiado'nun ara sokaklarından biriydi. Biraz ilerledikten sonra kulağımıza sesler gelmeye başladı. Cadde'de ışıklı giyisilerle bir karvanal estiren bu grup luzboa'dan (www.luzboa.com) u tanıtan bir gruptu Lizbon'un sokakları renkli ampullerle aydınlatılıyor. Mesela Bairro Alto bölgesi Kırmızıyken baska bir bolgede sokaklar yeşil, bazı yerlerde sarı, bir de mavi aydınlatılan bir kısım varmış ki orayı görmek henüz kısmet olmadı. Bir perşembe akşamı sokakları böyle neşeli görmek güzeldi.
Karnavalı arkamızda bırakıp Largo do Chiado'ya dogru yol aldık. Durağımız A Brazillian adlı meşhur kafeydi. Burada Fernando Pessoa ile tanıştık, hatta aynı masada oturup lafladık bile :p Fotograf cekmiştik ama sanırım silmişim pc de bulamadım üzgünüm. Bu arada Portekiz'de sadece KAHVE isterseniz espresso-türk kahvesi karışımı bir şey geliyor, bardak espresso bardağına benziyor ve sadece yarısına kadar doluyor. Genelde ücreti 0.70 euro cent oluyor. Sütlü kahve seviyorsanız GALAO istemenizi tavsiye ederim. Ben ki aromalı filtre kahve hastasıyımdır, buradaki kahveler mideme çok dokundu, sevemedim. Saat 10.30da diger arkadaşlarla da buluştuk atladık taksiye erasmus partilerinin fiks mekanlarından biri olan Screen'e gittik. Tabii taksici bizi Screen diye başka bi barın önüne bırakmış, allahtan barın kapısındakiler ingilize konuşabiliyorlardı ve barın yerini biliyorlardı. 2-3 dk. yürüdükten sonra saat 11 gibi mekana ulaştık ve BOMBOŞTU... İçeri girdik bedava shotlarımızı attıktan sonra baktık ortamda iş yok diğer alman arkadas Ana'nın ev arkadası da iki yandaki jazz house da çalıomuş gidip ona bakalım dedik. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya gittik ortama baktık nereye otursak diye dusunurken yanımıza bir kadın geldi ve giriş 3 euro dedi, biz de ordan cıkmaya karar verdik. Biraz daha ilerde tipik portekiz restaurantlarından birinin sokak masalarından birine oturduk. Ortam inanılmaz kalabalıktı, erkeklerin %90'ı takım elbiseli, kızlar'da düğüne gidermiş gibi giyinmişlerdi meger üni.lerin açılışının kutlamak için öğrenciler böyle kendilerini şıkır şıkır sokağa atarlarmış. Bizim yabancı olduğumuzu anlayan bir kaç çocuk gelip nerelisiniz nerde okuyorsunuz muhabbeti yaptı yoldan gecerken. Sonra da bir kız grubu gelip sanki bir tarihi esermişiz gibi foto foto diyip bizimle fotoğraf çektirdiler. Oturduğumuz mekanda yerel kırmızı şarap içtik (vinho tinto de casa) 75lik şişe 6,5 Euro'ydu. TR'de bu kadar güzeli bu kadar ucuza içemezdik herhalde. Bu arada şaraplarımızı yudumlarken önümüzde bir kaza oldu, bir çaaat sesi duyduk sonra bir baktık ki herkes dağılmış. TR'de 2 araba birbirine çarpsa polis gelene kadar trafik felç olur herkes küfreder.
Screen'e geçtiğimizde saat 01.30 falandı galiba. Ortam çooook kalabalıktı, nefes almak güçtü. Burdaki barların ortak sorununun havalandırma olduğunu anlamış olduk. Erasmus partileri ile genel görüşümü söylemem gerekirse, idare ederler. Genelde herkes kendi ülkesinden insanlarla takılmayı yeğliyor. İtalyanlar ve İspanyollar güruh halinde takılırlarken Almanlarda burdaki en kalabalık erasmus grupları. Benim üniversitemdeki tek Türk sanırım benim, en azından okulun erasmuslular için açtığı Portekizce sınıfı listelerindeki tek Türk'üm. Ama sonunda ben de TÜRKLERE kavuştum. 2 mimarlıkta 1 makine müh.te okuyan ve burda Lisbon Teknik Üni.de okuyan YTÜ'lü arkadaşlara kavuştum. Artık kendimi yalnız hissetmiyorum. Burdan onlara sevgiler :) Alttaki resimde sol baştan: Ana-Judith-CupidParti'de Erasmuslularla pek kaynaşmadık açıkcası, hiç bir erasmuslu bizle tanışmak için bir girişimde bulunmadı. Sadece yabancı avına çıkan Portekiz'in Dayanılmaz (!) erkekleri konuşmaya çalıştılar. En son Judith kurtarıınnn beniii bu adamdaaaannn yeteeeeeeeeerrrr dedi ve biz de 3.30 civarında mekandan çıktık. Sonra nasıl dönsek acaba otobüs durağında durup düşünürken 2 sarhoş alman Erasmus yanımdaki almanlara laf atmaya başladı. Tam neler konuştuklarını anlamadım ama bir de baktım ki Judith aceleyle bir taksi cevirmiş ve 4 kişi içine doluşmuşuz, sonradan anladığıma göre Alman Erasmuscular bizim Almanlar Leipzig(ki doğu almanya oluyormuş) onları aşağlayıcı laflar söylüyorlarmış.Velhasıl Erasmus Portekiz'de Pek kaynaşamıyor. Bir yerlerde bir eksiklik var... Ne Portekizlilerle kaynaşabiliyoruzzz Ne Erasmuslularla. Öyle bir kayıp durum işte.
Üniversite'de İlk hafta ve Gelenekler...Size daha önceki 2 yazımda okuldan biraz bahsetmiştim. Zamanımın çoğu okulda geçtiği için daha da bahsedeceğim.
Yeni öğrencilere yönelik yapılan hoşgeldiniz toplantısından bahsetmiştim. Ondan sonra Erasmuslulara yönelik yapılacağı söylenen hiç bir etkinliğe gitmedim okulda, çünkü anladım ki hiç bi etkinlik sadece erasmuslulara yönelik değil. Bizi birinci sınıftaki çömlerle aynı kefeye koyuyolar. Bir de ispanyolların hiç umrunda değil, ben de umursamamaya başladım. Salı günü Mentorumla buluşmamız vardı (6 erasmusluya 2 mentor düşüyor) ama ben gitmedim. Çalışkan öğrenciyim ya derse gitmeyi tercih ettim. İşte o ilk derste hayatımda ilk defa 4 saat portekizce'ye mağruz kaldım ve abartısız hiç bir şey anlamadan bön bön bakmanın ne demek olduğunu anladım.
İlk gittiğim dersin adı Bilişsel Psikoterapi idi. Saat 13.00-15.00 arası diye düşündüğüm için yemek yemeden gitmiştim. Derse bir girdim ki meğer saat 17.00'ye kadar sürüyormuş. Başa gelen çekilir modunda 4 saat oturdum ve sadece projeksiyondan yansıyanları defterime geçirdim. Sanki yazmayı yeni öğrenen bir çocuk gibi her kelime için kafamı kaldırıp duvara tekrar tekrar bakmam gerekti. Ve yine de kelimeleri doğru düzgün yazamadım. Hoca hangi dilleri bildiğimi sordu. Ben de İngilizce, İspanyolca ve Türkçe diyince Hmmm Romanya'dan gelseydin yine biraz kurtarırdın da gibilerden bir laf etti. Sonra dersi öyle bir anlattı ki adam portekizce başlıyor, arada 2-3 kelime ingilizce sıkıştırıyor, portekizce devam edip ispanyolca 3-4 kelime ile konuyu bitiriyor. Nasıl abandone oldum anlatamam. Arada 15 dk. ara vermişti ama onda da fotokopicide ödev makaleleri çektirmek için bekledim. İlk ders günümde yaklaşık 200 syf. okuma ödev verildi (allahtan hepsi ingilizce) ve tabii ki ben yetiştiremedim :( tembel öğrenci modundayım ama allahtan Erasmus öğrencisi modunda aval ve rahat dolandığım için sorun olmadı. Bugün hocaya gittim (aynı dersin 3 hocası var, ödev veren hocayı ilk defa bugün gördüm) ben erasmus öğrencisiyim, ödevi aldım ama daha yapamadım dedim o da iyi bana bu hafta içi bi gün e-maille dedi. Şimdi perşembe günü oturup ona kasıcam (püf halbuki resmi tatildi ve şehir dışına gezmeye gitcektim ne güzel) İlk dersten çıktım ve kendimi yurda zor attım. Öyle bir baş ağrısıyla çıktım ki, metroda ters yöne binmişim, allahtan 1 durak sonra farkına vardım da yolda çok vakit kaybetmedim. Aşağıda Bilişsel Terapi dersinin sınıfını ve insanları görüyorsunuz. Benimle birlikte mevcut 8 kişi...
Bu yeşil koltuklar da psikolojik görüşme odasının içini yansıtıyor. Valla insanın yorulunca gidip kıvrılası geliyor.
İkinci girdiğim ders tahminimden daha iyiydi. Hoca dünya tatlısı çıktı. Derse tam tamına 45 dk geç gittim (rahatlığın dayanılmaz hafifliği. Derse 15 dk. kala ispanyollarla karşılaşıp salla dersi boşver yemeğe gidelim mantığıma yenik düştüm. Pişman değilim). Curriculum Development Seminar dersiydi. Bu sınıfta da benle birlike 6 kişi var. Hoca önce konuyu portekizce anlatıyor sonra ingilizce özet geçiyordu. Sınıfta da 1 kişi vardı ki ben anlayayım diye her söz aldığında ingilizce anlattı söylemek istediklerini. İlk dersten sonra bu ders biraz bana umut verdi. Bu dersin sınıfından bir görüntü de şöyle: Yanda bir Woman In Black Görüyorsunuz. Okulun ilk haftasında böyle gezinen bir sürü kişi var. Bu portekiz'de geleneksel bir kıyafetmiş. Okulun ilk haftası üst sınıflar (sanırım son sınıflar) birinci sınıflara, orientasyon kıvamında abuk subuk şeyler yaptırıyorlar. İşte bu şeyleri yaptıranlar böyle giyinmek zorunda. Birinci sınıflara yapılan işkencelere bazı örnekler: kantinde çalışanlara şarkı söylemek, boyunlarında isimleriyle ve koskocaman bir emzikle dolaşmak, yerlerde oturtup araba kullandırma taklitleri yapmak... Bu işkence 1 hafta sürüyor, bu süre içinde 1. sınıflara ders yok. Bu bir haftanın ardında 1. sınıfların post-travmatik stres bozukluğu yaşamamaları ilginç. Ben böyle bir şeyin Türkiye'de olduğunu düşünemiyorum. Hadi lisede olsa anlayacağım da üniversitede olması bence utanç verici... Aşağıda yapılan işkencelerden görüntüler görüyorsunuz. Portekiz'de üniversitelerin açılışıyla ilgili geleneklerle bununla bitmiyor. Perşembe akşamı erasmus partisi vardı, gidelim dedik. Baktık saat 23.00 te mekanda kimse yoktu biz de küçük bir portekiz restaurantında şarap içip demlenelim dedik. Bir de baktık ki erkeklerin istisnasız hepsi takım elbiseli, kızların hepsi şıkır şıkır düğüne gidermiş gibi giyinmişler. Dayanamayıp sorduk, olay nedir, niye herkes çok şık giyindi dedik. Onlar da dedi ki okulun açılmasını kutluyoruz, bu bir gelenektir... Türkiye'de olsa anca okulun tatile gitmesi, ÖSS'nin bitmesi, mezun olmak gibi şeyler kutlanır. Bizde hep bitişler kutlanır... Neden acaba? Hiç düşündünüz mü?
Bu Post'u bitirirken bir kaç foto daya ekleyeyim: Beyaz bina Fakültemin yani Faculdade de Psicologia e Ciencias de Educaçao'nun girişi.
Bu da 2 PC labından herkese açık olan, diğer sadece şifresi olan fakülte öğrencilerine açık. İşin en güzel yanı öğrenci mevcutu gayet fazla olan bu fakültede ne zaman gitseniz boş bilgisayar bulabiliyorsunuz.Bir daha ki yazıda ilk Erasmus Partisi deneyimlerimden bahsetmeyi düşünüyorum... Takibe devam